Ana SayfaEn Yeniler & TrendlerZamansız bir üslûp

Zamansız bir üslûp

Bu ay Feryal Gülman sayfalarımıza Dârâ Kırmızıtoprak’ı konuk ediyor. Bize ofisinin kapılarını açan ünlü mimarın tasarladığı Kilimci Evi ve tüm yeni projelerinden karelerde mimarinin yazla randevusunun en güzel anlarına şahit olacaksınız.

Hava şartlarının bizi ters köşeye yatırdığı bir haziran sabahı Dârâ Kırmızıtoprak’ın Maslak’taki ofisine giriş yapıyoruz. Fonda dinlendirici bir müzik, ekip çalışanları gözlerini önlerindeki monitörlerden ayırmadan çalışıyor, bu görüntü bana başarılı mimarın 2000-2010 yılları arasındaki işlerinin anlatıldığı kitapta yer alan; “Acımasız bir öz eleştiri mekanizması geliştirdim ve bunu ekibime de aşıladım. Yeni işimizin daha iyi olacağını bildiğim için geçmiştekileri ancak nostaljik bir hazla anıyorum” sözlerini anımsatıyor. Tüm projelerini “çözülmesi gereken sorunlar” olarak kabul ettiğinden olacak; kendisinin izinden gidenlerde de problem giderme çabasının getirdiği konsantrasyon ve ciddiyet hakim. Dekorasyonun genelinde tercih ettiği, “anahtar rengim” diye tanımladığı beyazın çekimser duruşu; sadece mekânda değil, zihinde de üzerine her türlü tasarının kolayca yerleştirilebileceği berrak bir fon oluşturuyor. Bu dingin atmosfer, her daim üretme isteği taşıyanların mükemmel sonuçlar ortaya koymasına kolaylık sağlıyor. Bir duvarı boydan boya kaplayan zengin kütüphanesi ise sadeliğiyle ön plana çıkan çalışma alanında dikkat çeken bir unsur haline geliyor. Mekânın üst katında bulunan odasına çıkmak üzere merdivenlere yönelmişken Kırmızıtoprak karşımızda beliriyor; selamlaşıyoruz, sohbet eşliğinde fotoğraf çekimine başlıyoruz. Olduğu gibi biri ünlü mimar; içi dışı bir. Ruhu “üslûbunu” yeni oluşumlara dönüştürmek, hayat bulmayı bekleyen onlarca yapının karakterini bir an önce analiz etmek için can atıyor. Keyifli geçen birkaç saatin ardından Feryal Gülman ile buluşmak üzere Kırmızıtoprak’ın baştan yarattığı Anadolu Hisarı’ndaki Kilimci ailesine ait eve doğru yola çıkıyoruz. Boğaz’ın neredeyse tamamına hâkim, yeşiller içindeki villaya adım atar atmaz güneş kendini gösteriyor, ışıltısı doğanın renklerine vuruyor, yaz tam da o anda “ben geldim” diyor sanki! Biz Kırmızıtoprak’ın zevkli tasarımı ile tamamlanan bu muhteşem tabloyu seyre durmuşken Gülman bahçeye giriş yapıyor, zarif yaz elbisesiyle adeta göz kamaştırıyor. İki eski dost samimiyetle kucaklaştıktan, birbirlerine hâl hatır sorduktan sonra ev sahibesinin özenle hazırladığı ikramların tadına bakmaya geçiliyor. Lezzetli, bol kahkahalı dakikaların ardından Gülman, Kırmızıtoprak’a sorularını sıralamaya başlıyor; röportaj esnasında başarılı bir mimar olmanın tüm püf noktalarını teker teker çekip alıyoruz Kırmızıtoprak’ın cümlelerinden. Bu dopdolu söyleşiyle tasarım ve mimariye, farklı duygularla yaratılan yaşam alanlarından karelerle ise estetiğe bir adım daha yaklaşırken, çevirdiğiniz her sayfada mevsimin sıcaklığını hissedeceksiniz…

F.G. : Dârâ’cığım, mimar olmaya nasıl karar verdin? Bizim dönemimizde ne yazık ki şimdiki kadar bol seçenek yoktu, herkes istediği bölümü okuyamıyordu. Puan ve sıralama hangi üniversiteye çıkarsa ona gidebiliyorduk. Senin sıralamanda tesadüfen mimarlık mı çıktı yoksa sen çok öncesinden mimar olmayı mı hayal ediyordun?

D.K. :Bu durum aslında bir dönem Türkiye’nin sosyal yapılanmasının önemli problemlerinden bir tanesi. İnsanlar hangi mesleği seçecekleriyle ilgili formatlanarak, bir ön hazırlıkla başlayamıyorlar hayata. Bizim gençliğimiz o döneme denk geliyor ve ben de kendimi herhangi bir meslek sahibi olmaktan ziyade bir üniversite eğitimi alıp hayatta muvaffak olmaya programlamıştım. Ama ben lise eğitimini çok önemsiyorum. Kabataş Erkek Lisesi mezunuyum. O dönem benim disiplinli çalışmak, hayatı, mesleği ve toplumsal olayları ciddiye almak gibi bir formatım ve öyle bir formasyonum vardı. Açıkçası bundan gurur duyuyorum. Üniversite eğitimini branşlaşma eğitimi olarak görüyorum. Biraz iddialı bir laf olacak ama hangi meslekle uğraşsam herhalde başarırdım diye düşünüyorum. Çünkü gerçekten öyle bir alt yapıyla hayata başladım. Mimarlığın da benimle örtüştüğüne inanıyorum. Çünkü hakikaten işin sosyal, hukuki, kreatif, estetik ve teknik tarafı var. Bütün bunlar benim kimliğimle birebir örtüştü. Gerçekten iyi bir mimar olabilmek için bu vasıfların her birine sahip olmak lazım. Ve bunlardan bir tanesinin eksikliği meslekte ciddi zaaflar ortaya çıkarıyor. Çünkü mimarlığın yalnızca tasarlamak değil, bunu hukuki boyutlarıyla değerlendirmek, sosyal anlamda kentle ilişkisini doğru kurabilmek, insanların geçmişini doğru yansıtabilmek gibi bir takım misyonları olduğunu düşünüyorum. Dolayısıyla özel bir seçim değil ama benim karakterime de son derece uygun bir meslek oldu.

F.G. : Ödüllü bir mimarsın, bize gurur veren ödüllerin var. Biraz onlardan bahsedebilir misin?

D.K: Türkiye uluslararası alanlarda ekonomide ve müteahhitlik sektöründeki başarılarla beraber mimarlarla da fark edilmeye başlandı. Benim neslim bunu hem çok hak etti hem de bununla alakalı önemli yol kat ettiler. On beşe yakın mimarlık ofisi bugün dünya çapında hem listeler dahilinde hem de reytinglerde kendine yer bulabiliyor. Yurt dışından teklifler alıyoruz ve ofislerimizde çalışmak isteyen yurt dışı kaynaklı mimarlar var. Sevgili Gökhan Avcıoğlu’yla beraber, International Property Awards’un Autopia projesinde dünyanın en iyi projesi seçildik. Yine Bursa’nın Nilüfer Belediyesi ile ortak yapmış olduğumuz yüksek bir bina olan Nilüfer Residence ve Alışveriş Merkezi dünyanın en iyi projesi seçildi. Bunun dışında çok çeşitli ödüllerimiz ve bize gurur veren yarışmalar oldu. Ben de bu anlamda kendimi mutlu ve gururlu hissediyorum. Mimarlık ofislerine şöyle bir tavsiyede de bulunmak isterim: Hepimiz hayat mücadelesi ve para kazanma çabası içerisindeyiz ama bu tür yarışmalara da zaman ayırmak ve iyi dosyalar hazırlamak gerekiyor. Mükemmel bir projeniz olabilir ama bu projenin felsefesini, mimari alt yapısını jüri üyelerine, izleyicilere geçirebilmek için bir özel çalışma yapmak gerekiyor. Bu konuyla alakalı gerekirse bir küçük departman oluşturmak, yarışmalara katılmak, sesimizi yükseltmek ve dünya mimarlık tarihine de katkıda bulunmak bence birçok Türk mimarın görevi olmalı.

F.G. : Biliyorsun İTÜ’de İç Mimari Bölümü yok. Aslında sen gerçek anlamda bir mimarsın. Sadece iç dekorasyon yaptığını düşünenler var ama sen binalar, gökdelenler de yapıyorsun. Her ikisini birden yürütebilmenin püf noktası var mı?

D.K. : Var tabii. Biz Teknik Üniversite kökenliyiz biliyorsun, sen de aynı eğitimden geçtin. Bir kere iyi eğitildik ve mesleğe donanımlı başladık. Ama tabii iç mimari biraz daha yaşam tarzıyla, kültürle alakalı daha entelektüel bir bölüm. Açıkçası önüme gelen bazı işler sayesinde benim iç mimariyle de ilgilenme fırsatım oldu. Bir de genç mimarlar için büyük projelerde buluşmak çok kolay olmuyor. İlk aşamada daha küçük düzenlemeler ve başlangıçlar oluyor. Aslında bu mimarlık kariyeri için, büyük mimarlar için de geçerli. Ben de aynı süreçten geçtim. Fakat ben iç mimariyi çok ciddiye aldım. İnsan ölçeğine çok kolaylıkla uyum sağlanabiliyor. Büyük gökdelenler ve galeriler yaptığınız zaman insanlar oradan biraz hızlı geçiyorlar ve çabuk tüketiyorlar. Halbuki iç mimariyle yaşanıyor, koklanıyor, okşanıyor. Yani birçok duyguya ve duyuya hitap ediyor iç mimari. Böyle olunca mimarla kullanıcı arasında adı konulmamış bir ilişki kurulmaya başlanıyor. Aydınlatmasından, havalandırmasından, seçilen renklerden, aksesuarlardan bu işin biraz feminen yanı da ortaya çıkmaya başlıyor ki; bir kadınla bir erkeğin beraber bir şey yürütmesi çok daha ileriye götürüyor hadiseyi. İşin duygusal doyum tarafı beni mutlu ettiği için ben iç mimariyle de çok ilgiliyim. Bizim ofisimizde çalışan personelin hemen hemen yarısı da iç mimar aynı zamanda. Dolayısıyla sinerjiyi iyi yakaladığımızı düşünüyorum. Ofisin içindeki departmanlarda rotasyonlar yapıyoruz, herkes tadını çıkarıyor mesleğin.

F.G. : Bize üniversitede hocalarımız şöyle bir şey söylerdi hatırlarsan: “bir aileye ev yapmadan önce o aileyle yaşamak gerekir.” O insanların zevklerini, tarzlarını, yaşam şekillerini ancak o aileyle yaşayarak öğrenebilirsin. Tabii ki bir aileyle gidip bir ay boyunca yaşamak mümkün değil. Bunu nasıl çözebiliyorsun? Onların isteklerini mi dinliyorsun yoksa biraz birlikte vakit geçirip, onları hissetmeye mi çalışıyorsun?

D.K. :Yaradılışla da alakalı olarak benim sosyal yönlerim güçlü. Muhatabımla karşı karşıya kaldığım zaman kıyafetinden, oturuşundan, aksesuarlarından, dünya görüşünden bir takım ipuçları yakalama fırsatım oluyor. Ev ziyaretlerinde zaten bana belli bir hayat görüşüyle, kültürleri ve biriktirdikleriyle geliyor insanlar. Bunu ruhsal birikim olarak daha da çeşitlendirebiliriz. Böyle sohbetler ve ipuçlarıyla da ailenin alt yapısını fark etmek çok kolay. Birçok mimar arkadaşımızın genel kalıpları vardır. Çok da beğenir ve takdir ederim ama farklı problemlerin farklı sonuçlar getirmesi lazımken, farklı ev ve iş yeri sahiplerinin aynı ya da birbirine benzer sonuçları çıkmasını ben biraz yadırgıyorum açıkçası. Her ürünün ve her ortaya çıkan sonucun nasıl beslendiğini iyi kavramak lazım. Mimarın görevi budur. Mimar aileyle, geçmişiyle ve biriktirdikleriyle alakalı yorumunu ailenin geleceğine taşımalı. Kendi egosunu bir ölçüde geriye çekmesi gerekli diye düşünüyorum. Böyle olunca farklı sonuçlar elde ediliyor. Her ürün daha güzel ve her ürünün sahibi kendini biraz olsun önemsiyor. Mimari başarıyı biraz burada aramak lazım bence.

F.G. : Genelde insanlar mimarların projeleri geç teslim etmesinden şikâyet eder. Seninle ilgili hiç böyle bir şey duymadım. Hatta kendi adıma söylemem gerekirse, doğumuna kısa bir zaman kala oğlumun yatak odasının tasarımını bitirmiştin. On sekiz yaşına gelmiş olmasına rağmen perdeler, örtüler ve yatak dışında hiçbir değişiklik yapmadan, aynı sistemle o banyo ve odayı kullanıyorum. Bunu nasıl yapabiliyorsun?

D.K. : Mimarlığın kökeninde sanatçılık var. Ben bütün mimarları mükemmeliyetçi ve yapabileceklerinin en ucuna kadar gitmek isteyen insanlar olarak tanıyorum. Mesleğini tutkuyla yapan çok mimar arkadaşım var ve onlarla ortak işler de yaptım. Bu tür iş birliklerine inanırım. Sanatçı ruhlu insanların daha iyisini yapma dürtüsüne saygı da duyuyorum ama sonuç itibariyle biz sanat yapmıyoruz. Yani mimarlık, sanatı barındıran ama aynı zamanda endüstriyel bir uğraş. İnsanların bir bütçesi ve süresi var. Dolayısıyla onlara yük olmamak lazım, güzel bir şey üretmek için de sınırları ve sabırları çok fazla zorlamamak lazım. Güzelin sonu yok. Ben güzel bir şey yapacağımı da bildiğim için bir noktadan sonra karar ve proje safhasını bitirip hemen uygulamaya geçmek istiyorum. Bununla alakalı teknolojiyi de iyi kullandığımız için bol miktarda alternatif de üretebiliyoruz ve bunu müşteriyle de paylaşabiliyoruz. Daha iyisine ulaşmak için proje süresini uzatmak karşı tarafı tahammülsüz hale getiriyor, kendi ekibine de rahatsızlık vermeye başlıyor. Ben o sınırı doğru koyduğumu düşünüyorum. Uygulamaya geçtiğimiz aşamadan itibaren de orada benim biraz iş adamı kimliğim, biraz titizliğim, lise hayatından gelen tez canlılığım devreye giriyor. Bu insanın genlerinde olan bir şey. Böyle bir örgüt oluşturdum. Bütün taşeronlar, tedarikçiler benim bu çabama ve kararlılığıma saygı gösterdiler. Hızlı iş yapınca, yapan usta da çok şevkle çalışıyor. Herkes çok verimli oluyor, kazandığı paradan mutlu oluyor. Mal sahibi işini bitmiş görüyor. Bunun sinerjisini çok tattığımız için artık bunun dışında bir şey de düşünemiyorum.

F.G. : Dârâ’cığım, yenilikleri izlediğini biliyorum. 2014’te bahçe trendlerinde bir değişiklik var mı? Yazlık konseptlere dair okuyucularımıza ne gibi önerilerde bulunabilirsin? Sen kendi çalışmalarında nelere dikkat ettin?

D.K. : Böyle mükemmel bir coğrafyada olduğumuz için Allah’a şükretmeliyiz. Yaşadığımız Akdeniz iklimi; yumuşak bir iklim, kışlar aşırı sert değil. Dolayısıyla ev hayatıyla bahçe hayatı beraber yaşanabiliyor bu coğrafyada. Güneşten kaçtığımız gölgelikler, iç avlular Osmanlı’dan beri süregelen yapılar. Yani sokaklarda da, kahvehanelerde de, bahçelerde de hayat yaşanıyor. Bu hem bir sosyalleşme vesilesi oluyor, hem de temiz havayla elektriği boşalttığımız atmosferi oluşturmayı sağlıyor. Bununla ilgili temel mimarlık eğitimi zaten bize yeterince veri sunuyor. Trendler anlamında ben sert zeminleri doğru oluşturmak ve bunun yanı sıra kalan alanların yani yeşilliklerin hep yerel bitkilerle örtülmesi taraftarıyım. Egzotik bitkiler yerleştirilmesi bana eğreti gelir. Bu bölgenin zeytini, zakkumu, begonvilleri, çamları, ıhlamurları, kestanesi var. Demek istediğim burada yerel bitkiler ve kokular birbirini tekrar eden mevsimlerle dönüşüyor. Ben yeşil alanların içerisinde yerel malzemelerin dönüştüğü, aromatik bahçelerin, kokunun mutlaka olduğu, renklerin mevsimle beraber döndüğü bitkileri tercih etmeye çalışıyorum.

F.G. : Çok sevdiğimiz arkadaşlarımız, Ayşe-Adnan Polat çiftine tekne yaptın, ondan da bir ödülün var bildiğim kadarıyla değil mi?

D.K. : Evet, sağ olsunlar. Onlarla bir tane tipik Bodrum guleti yaptık. 35 metre, Cobra King. Sonra Maisha adlı güzel bir trawler yaptık. Mesleğimize önemli katkıları olan rahmetli Güngör ağabeyin kızı, sevgili Ayşe teknelere çok meraklı. Maisha özellikle iç mimarisi ile dünyadaki beş tekneden bir tanesi kendi boyutları içinde… Böyle bir ödülümüz oldu. Sevgili Samim Baki’nin Bodrum’daki tersanesinde hazırlandı tekne.

F.G. : Dârâ’cığım Avrupalılar gulet alıp içini dekore etmeyi çok seviyorlar. Ben pek çok yabancı dergide ünlülerin Türkiye’de dekore edilmiş guletlerini görüyorum. Anladığım kadarıyla bu yeni bir trend şimdi…

D.K. : Tabii Türkiye’de yat sanayi geçen seneden bu yana %35 oranında büyüdü. Şu anda Avrupa’nın üçüncü büyük tekne ve yat imalatçısı durumundayız. Tabii sanayi büyüyünce, bunun iç mimarisi gibi yan sanayileri de rekabete girebiliyor. Mesela döşemecilikte, doğramada ve paslanmaz çelikte Türkiye ciddi anlamda yol kat etmiş durumda. Bunu desteklemek gerek. Ben projelerimi sürekli yatların üzerine kurmuyorum ama müşterilerimden gelen kendi özel tekneleriyle ilgili taleplere hayır da demiyorum. Bununla ilgili ciddi bir bölüm kurulabilir, bundan güzel para da kazanılabilir. Mimarlık çok geniş bir terim. Ben şimdi yüksek binalarla ilgili bir projeye başladığımda o konuda birçok yeni şey okumam, detay halletmem lazım. Bazı mimarların iç mimariye yoğunlaşması, kiminin ev, kiminin hastane, kiminin ise müze yapması gerekiyor. Doktorluk gibi; nasıl beyin cerrahi ayrı, kalple uğraşan ayrı, ortopedist ayrıysa, mimarlık da öyle, her alanda farklı uzmanlık gerektiriyor.

F.G. : Rahmetli Üzeyir Garih’in bir sözü aklıma geldi. “Bildiğiniz konuda havuç olun” derdi, “toprağın altına aynı doğrultuda inin”. Senin söylediğin şey çok doğru. Birçok alana dağılmaktansa belli bir konuda uzmanlık kazanmak çok önemli. Eskiden daha dar kapsamlıydı bu iş ama günümüzde gerçekten çok geniş bir alana yayıldı. İnsanlar bilinçlendi…

D.K. : Tabii, kendi ofisimizde bile kreatif bir bölüm var, bunu modelleyen, sunum haline getiren bir bölüm, maliyet analizlerini yapan, teknik detayları çözen, inşaatları uygulayan başka bölümler var. Sadece dekorasyonla uğraşan ayrı bir bölüm var. Ofisin içinde bile böyle uzmanlıkların oluşmasından başka çare de yok.

F.G. : Televizyon dizilerine baktığım zaman en küçüğünden en büyüğüne o kadar kendine özgü dekore edilmiş, enteresan ve hoş evler görüyorum ki, insanlarda artık bir bilinç var diye düşünüyorum. Çünkü artık ucuz ürünler var. Nasıl bir kıyafetin çok pahalısının benzeri başka mağazalarda çok daha ucuza bulunabiliyorsa, aynı şey dekorasyonda da geçerli, yani yapılan bir mekânın çok benzeri daha ucuz malzeme ve markalardan oluşturulabiliyor…

D.K. : Burada da çok doğru bir noktaya parmak bastın. İnsanlar amatörce de olsa başarılı sonuçlar çıkarabiliyor ama yine de şu ikazı yapmak gerek: Bir mimardan yardım istemekte hiç bir mahsur yok! Mesela genç bir mimarla bile bir çalışma yaparlarsa, kendi beğenilerini karşı tarafa aktarırlarsa, mimar en azından alt yapıyla alakalı problemleri çözer. Tek başına yaptığında kır, dök, yap, boz gibi problemler yaşıyor insanlar. Hem genç mimarlar da bu fırsatı değerlendirerek tecrübe kazanmış olacaklar hem ev sahipleri kendilerini rahat hissedeceklerdir.

F.G. : Şu anda nelerle meşgulsün hangi projelerin var?

D.K. : Evler benim hep keyifle yaptığım projeler; bir aileyle iyi bir sinerji yakaladığımız alan. Şu anda Erol Sevimlisoy’la beraber Irmak-Kazım Köseoğlu’nun Boğaz’daki 800 metrekarelik evini yapıyoruz. Farklı katların her bölümünde farklı keyifler, renkler ve tınılar yakaladığımız bir ev. İstinye’nin yakınlarında Süzer Grubu’yla yaptığımız bir projemiz var. İçtaş grubunun İkitelli’deki genel müdürlük binasını yapıyoruz. Son olarak Sofya’da bir ailenin turizm yatırımlarıyla alakalı bir otel projesi var gündemimizde.

Hazırlayan Eda TÜRKMEN Fotoğraf Soner GÜRSOY Fotoğraf Asistanı İbrahim YÜZLÜ

[imagebrowser id=1448]

Önceki İçerik
Sonraki İçerik

SON YAZILAR

BENZER YAZILAR