Kültür & Sanat

Koray Sorhan ile tuvallerde yankılanan senfoni

Tutku, disiplin ve duygunun buluştuğu noktada Koray Sorhan, tuvalinde bir senfoni yaratıyor. Teknik çeşitlilik, ritim ve kişisel ifadenin iç içe geçtiği bu dünyayı, sanatçının hayatını ve eserlerini daha yakından tanıyalım…

Bize biraz kendinizden bahseder misiniz?

1992 yılında İzmir’de doğdum. Lisans eğitimimi Celal Bayar Üniversitesi Tarih Bölümü’nde tamamlarken eş zamanlı olarak Spor Yönetimi alanında da öğrenim gördüm. Ardından akademik yolculuğumu, Katip Çelebi Üniversitesi Sosyoloji yüksek lisans programıyla tamamladım.

Küçük yaşlarda karakalem portrelerle başladığım bu yolculuk, yıllar içinde hem teknik hem de duygusal olarak büyüdü. Zamanla çizim bir hobi olmaktan çıkıp kendimi ifade etme biçimim haline geldi. Şu anda özel bir okulda öğretmenlik yapıyorum, arta kalan tüm zamanımı ise atölyemde üreterek geçiriyorum.

Kendinizi üç kelimeyle anlatmanız gerekse, hangilerini seçerdiniz?

Kendimi üç kelimeyle anlatmam gerekirse; tutkulu, duygusal ve disiplinli derdim. Sanatta da hayatta da tutkuyla başlıyorum her şeye. Duygularım üretimimin merkezinde yer alıyor ve onları fırçamla somutlaştırıyorum. Tüm bunları sürdürebilmek için ise disipline inanıyorum, çünkü ilham kadar emek de sanatı besliyor.

Sanatla ilk temasınız ne zaman ve nasıl gerçekleşti?

Sanatla ilk temasım çok küçük yaşlarda oldu; elimde bir kağıt ve kurşun kalemle ailemin portrelerini çizmeye başladım. Özellikle ablam, benim ilk modelimdi. O yıllarda yaptığım resimler doğum günlerinde onlara hediye ettiğim küçük ama anlamlı parçalarımdı. Bu çizimler, hem kendimi keşfetmemi sağladı hem de sanatın paylaşmakla çoğaldığını öğretti.

Tarih, sosyoloji, spor gibi farklı disiplinlerden geçme sahip biri olarak; tüm bu deneyimlerin sizi nasıl bir sanatçıya dönüştürdüğünü düşünüyorsunuz?

Farklı disiplinlerde edindiğim bilgiler, dünyaya ve insanlara bakışımı derinleştirdi. Tarih, olayların arkasındaki hikâyeleri görmeyi öğretti; sosyoloji, insan davranışlarını ve toplumsal bağları anlamamı sağladı; spor ise disiplin ve azmi pekiştirdi. Tüm bunlar, resimlerime hem duygusal hem de düşünsel bir katman ekledi.

Yolculuğunuzda sizi bugünkü sanatçıya dönüştüren, “işte bu an her şeyi değiştirdi” dediğiniz bir kırılma noktası oldu mu?

2017’de, ressam Serdar Leblebici ile tanışmam her şeyi değiştirdi. Onun bakışı ve rehberliği, içimdeki tutkuyu yeniden alevlendirdi. O andan itibaren sanat, hayatımın merkezine oturdu ve üretim yolculuğum yeni bir derinlik kazandı. 

Akrilikle çalışmayı tercih etmenizin ardında nasıl bir estetik veya ifade nedeni var?

Akrilikle çalışmayı tercih etmemin nedeni, bu boyanın hızlı kuruma özelliği sayesinde katmanlı ve yarı saydam yüzey geçişleriyle anlık duyguları resimsel bir dinamizm içinde yakalayabilmemdir. Saydamdan yoğuna uzanan fırça dokularıyla hem spontane hem de kontrollü geçişler oluşturabiliyor; böylece resimsel yüzeyde zamanın ve duygunun izlerini eşzamanlı olarak var edebiliyorum. 

Renklerinizi seçerken içsel bir sezgi mi, yoksa tematik bir planlama mı devreye giriyor?

Renklerimi çoğunlukla içsel sezgimle seçiyorum. Her bir ton, o anki ruh halimi ve eserimin taşımasını istediğim duyguyu yansıtıyor. Tematik planlama ise, eserin bütününü bir araya getirirken devreye giriyor; böylece duygular ve kompozisyon arasında bir denge oluşuyor.

Resimlerinizde soyutla figüratif arasında bir denge hissediliyor. Bu dengeyi nasıl kuruyorsunuz?

Resimlerimde soyutla figüratif arasındaki dengeyi, biçimsel çözülme ile belirgin kontur arasındaki gerilimi kontrol ederek; renk katmanlarını şeffaf glazelerle üst üste bindirip, ardından spatula ve geniş fırça darbeleriyle yüzeyi bozarak yeniden inşa ettiğim bir süreç içinde kuruyorum.

“My Way” serginizdeki 38 eserin ortak ruhunu nasıl tanımlarsınız?

“My Way” sergisindeki 38 eserin ortak ruhu, kendi sanatsal yolculuğumun ilk durağını temsil eden bir keşif duygusuyla örülü. Her eser, benim kişisel yolculuğumun bir parçası; hem geçmişe hem de bugüne dair bir bakış içeriyor. Sergimdeki farklı teknik ve tarzlarda üretilmiş eserlerin bir araya geldiği bu sergi, biçimsel çeşitliliğiyle birlikte hem teknik hem de duygusal anlamda çok katmanlı bir bütünlük oluşturuyor. Akrilikten karışık tekniğe, yoğun fırça darbelerinden yarı saydam yüzey geçişlerine uzanan bu üretim süreci, arayışın ve deneyimin resimsel ifadesi olarak okunabilir. Eserlerin çoğunda caz teması öne çıkıyor. Bu nedenle “My Way”, teknik çeşitliliğin, müzikal ritmin ve kişisel ifadenin birleştiği, benim için anlamlı bir başlangıç noktası niteliğinde. Ayrıca sergiye“My Way” adını vermemin nedeni ise, Frank Sinatra’nın bana ilham vermesi; bu şarkının, kendi yolunda ilerleme cesaretini ve bireysel tavrı temsil eden sözleriyle, hem serginin ruhunu hem de benim sanatsal yaklaşımımı derin bir şekilde yansıtmasıdır.

İlham aldığınız dönemler, sanatçılar ya da felsefi yaklaşımlar var mı?

İlhamımı büyük ölçüde caz müziğin ritminden ve enerjisinden alıyorum. Klasiğe dönük bir ressamım. Klasisizm ve Barok dönemlerine ilgi duyduğumu söyleyebilirim. Özellikle Rembrandt ve Van Rijn’in ışık ve gölgeyle yarattıkları derinlikten; Edward Hopper’ın ise mekân, nesne ve figürleri dingin ama yoğun bir atmosfer içinde betimlemesinden bir hayli etkileniyorum. Ayrıca, Serdar Leblebici’nin renk katmanlarını ustalıkla üst üste bindirerek oluşturduğu derinlik duygusundan ve soyutla figüratifi incelikle buluşturan anlatım dilinden ilham alıyorum. Felsefi olarak ise, sanatın duyguyu görünür kılma gücüne inanan yaklaşımlardan etkileniyorum. 

Türkiye’de genç bir ressam olarak üretmek nasıl bir deneyim?

Türkiye’de genç bir ressam olmak; yüksek özveri, disiplin ve direnç gerektiren bir yolculuk. Sanatsal tutkuya sahip olmak bir başlangıç, ancak profesyonel hayatta kalmak için sanatsal üretimin ötesinde ağ kurma, fırsatları takip etme ve ekonomik gerçekliklerle mücadele etme becerileri de kritik öneme sahip. Ülkemizde de bu durum ne yazık ki biraz güç. Ancak, var olan yarışmalar, inisiyatifler ve dijitalleşen ortam, genç sanatçılar için kendi yollarını açma ve seslerini duyurma imkanlarını da sunuyor.